10 Nisan 2012 Salı

TERKİDİ YAR



Başı yukarıda
boynu dik
bir kadın oldu
büyüdüğünde
erkeklere yüz vermeyen
yukarıdan bakan.
Kimse bilmezdi bu alışkanlığını
karşı apartmanın
üst katındaki
yakışıklıya bakarken
edindiğini
genç kızken...

Geçirdikleri
ilk ve tek geceyi hatırlardı o
yakışıklıyla
ailesi evde yokken.
En son ne zaman boynu bükük bir de
baktığını
bir erkeğe
üst kattakiler taşınırken...






NAZLI KUM



Bir kız ile erkek vardı önce
Kız bir kumsal, erkekse deniz
Deniz dövdü kumsalı gün boyu
Kumları yumuşamadı kumsalın
Suyun ıslaklığını korumadı içinde
Cevap vermedi o azgın dalgalara bile
Akşama doğru duruldu deniz, yoruldu erkek
Sonunda anladı dalgalarını boşuna azdırdığını
Ay gökte yükseldiğinde
düz ve pürüzsüzdü yüzeyi
Hiçbir hareket yoktu, ölü gibi
Şaşırdı kumsal, endişelendi
O azgın dalgaları düşündükçe
bu durgun hale bir anlam veremedi
O kadar çok mu istemişti yoksa?
Bu kadar büyük müydü hayal kırıklığı?
Böylesi bir sevgiyi hangi kadın bulmuştu?
Hangi kadın direnmişti böylesine?
Gevşetti vücudunu; yumuşadı kumları kumsalın
Denizin isteksiz küçük dalgaları
sürüklemeye başladı yumuşak kumları
Ama kaybetmişti deniz coşkusunu
Kabaramadı hiçbir zaman eskisi gibi
Kumları içine çekip kucaklamaya
küçük dalgaları da zaten yetmedi.

Bir kız ile bir erkek kaldı sonra
Kız bir kumsal; kendini ağırdan satmış, nazlı kumlarıyla
Erkekse deniz; bastırılmış, engellenmiş sularıyla
İkisi de aynı denizin kumsalı
aynı kumsalın denizi
içten içe isteyerek, arzulayarak
birbirine yakın
ama kilometrelerce uzak.






BAR KADINI



Bir bar kadınıydı ama fahişe değil.
Para alırdı ama çok fazla değil.
Yanlış anlamayın güzel olmadığından değil.
Sadece istediği için yapardı, para için değil.
Hoşlanırdı sevişmekten ama herkesle değil.
Benimle bilhassa ve kanı kaynadıklarıyla,
ille de yakışıklı değil.
Bir leydi gibiydi konuşurken ve bir leydi gibiydi soyunurken
ama yatakta değil.
Sarılarak uyumak isterdim ona, kaçar giderdi,
ama hoşlanmadığından değil.
Her tarafını gördüğümü unutarak,
sanki utanarak giyinirdi
ve tam olarak giyinmeden çıkmazdı karşıma.
Sevişme sonrası yine bir leydiydi o.
Başkalarıyla görürdüm arasıra onu.
Bakmazdı bana ama görmez değil.
İstekliydim duymak istediklerini söylemeye
ama cesaretli değil.
Beni kaybedeceğini bilerek sevişirdi.
Terk edeceğimi bilerek sevişirdim onunla.
Ve o olmadan şimdi geceleri,
yine de onsuz değil.






DOSTLUK AŞKINA



Erkeğin gözlerine abartılı bir hayranlıkla bakarken, bedenini ona sunarmış gibi öne çıkardı.

Sesi buğuluydu:

“Bana âşıktın.”

Bakışlarını suçlu bir çocuk gibi yere indirdi. Yüksek topuklu, açık ayakkabılar içindeki çıplak ayakları utanmazca inceledi. Kaşlarını çattı, yüzünü gerdi. Sesini yankılattı:

“Yanlış anladın.”

Sıkıntılı sıkıntılı iç geçirdi. Ayakta bir ileri bir geri sallandı. Hüzünlü bir gülümseyişle kol kola terk etti sesi bedenini:

“Onca peşimden koştun!”

Duruşu aynı. Bakışları bileklerden daha yukarılara çıkmakla çıkmamak arasında düşünceli: Diz üstünde bir etek. Neredeye mini:

“Sevgilim olmanı isteseydim...

bileklerden yukarı tüm vücudu, göğüsleri, boynu, çeneyi, dudakları yalayarak gözlerde kurudu bakışları:

...yapmazdım.”

Eli utangaç tavırlarla ve okşarcasına yüzünde, uzun saçlarında dolaştı. Aniden dönüp makyaj masasına doğru yürüdü. Parlak ışıklarla çerçevelenmiş aynanın karşısına oturdu. Aydınlık aksine baktı:

“Beni istediğin için koştun.”

Kendilerini bir süre aynadaki sahnede izlediler.

“İstediğim için, evet. Aşk için değil.”

“Ne istedin ki?”

“Dost olmak.”

“Aptalsın!”

“Evet...

Yavaşça arkasını döndü. Gömleğinin omzundaki iplik parçasını parmağıyla bir fiske vurup fırlattı:

...sana âşık olmadığım için...

Göbeğini içeri çekip kemerini bir kıl sıkılaştırdı. Sesi kararlılığından bir şey kaybetmemişti:

...Âşık olsaydım, inanamayacağın kadar gururlu olurdum.”

Başını kaldırıp yukarıdan bakarak inceledi aynadaki görüntüsünü:

“Öylesine güzel günler yaşattın...

çenesini, dudaklarını gerip bırakarak rujunu kontrol etti.

...öylesine güzel hediyeler aldın...

yanaklarına biraz daha allık sürdü.

...öylesine güzel sözler verdin ki...

Hâlinden memnun, geri çekilip son bir kez baktı kendine. Saçlarını kabarttı.

...Dostum olmak için mi sadece?”

Arkadan yaklaştı. Omuzlarından tuttu. Okşadı.

“Sadece.!? Evet... Sadece!”

Ona döndü. İlk defa görüyormuş gibi baktı.

“Ne kadar kırıldım...”

Dizlerinin dibine çöktü, elleri beline uzandı, etekle kısa bluz arasından örtünmemiş ten parçasını buldu.

“Ne kadar âşıktın!

Bir kez de sorar gibi yineledi.

...Ne kadar âşıktın?”

Boynundan arkaya, ensesindeki saçların arasına soktu parmaklarını. Okşadı. Yüzü huzurlu, sesi hüzünlüydü.

“Sen âşık ettin!

Fısıltıyla devam etti, kendi kendine konuşuyormuş gibi:

...Beni kendine âşık ettin!”

Dudaklarına uzandı.

“Dostluğunu kaybetmemek için peşinden koşarken, evet.”

İtti. Yumuşakça.

“Kötü bir dostsun.”

Zorladı.

“Âşıkmış gibi mi yapsaydım?“

Kolları gevşedi.

“Ama biri peşimden bu kadar koşarsa...”

Elleri belinden sırtına doğru uzadı. Onu kendine çekti.

“Boşunaymış. Dostluğunu kaybettim.”

Başını yan yatırdı. Öpeceği yere baktı.

“Ve bir şeyi daha. Aşkımı da!”


Kapı hızla açıldı. Bir adam belirdi. Onları görünce açık kapıyı iki kere tıklattı.

“Nerede kaldınız? Seyirci sizi bekliyor.”






SEN ONU UYURKEN SEYRETTİN Mİ HİÇ?



Usulca yaklaştım yanına. Kışın bile çıplak yatardı, ama yazın bile yorganla... Yorgana sarılır sevişirdi sanki. Pike vereyim derdim sıcak yaz gecelerinde, terlersin. İstemezdi. İç gıcıklayıcı bulduğunu söylemişti terlemeyi. Sevişmeyi hatırlatırmış. O en anlaşılmaz, en yoğun, akıl çelici heyecanı. Ruhun kokusuymuş ter. Sarılıp yastığından alırdım kokusunu gelmediği geceler. Yorganı yalnız yatardı.

Gecenin bir saati. Konu komşunun sabah olunca onu böyle mal meydanda uyuyor görebilecek olmalarına aldırmayarak gün ışığıyla uyanmak için perdelerini örttürmediği pencereden girip sırtına vuran dolunay ışığının altında benimle değil de yorganıyla sevişmiş de rahatlamış uyuyor. Poposuna bakıyorum... İki yuvarlak et parçacığı... Tam avuçlarıma göre. Gidip geliyorlar. Bana zevk vermek için uğraşıyorlar. Bize demeliyim! Diğerleri nasıl avuçluyordur acaba? Diğerlerininkini nasıl avuçluyordur?

- Havanda değilsin?

- Başka biriyle seviştiğini düşündüm bir an...

- Yapmaa...

Poposundaki elimi çekmemden anlardı. Yine de işine devam eder, rahatlardı boşalarak... Belki de o anlarda, boşalmasını sağlayabilmek için kurardı diğerlerinin hayalini... Belki en başından beri...

- Sen benim için bir şey yap!

- Söyle nedir?

- Başka birisiyle seviştiğimi düşün.

- Bunu düşünmediğimi mi sanıyorsun?

- Peki? Ne hissediyorsun?

- Tahrik oluyorum... Bazen, havamda olmadığımda, böyle tahrik oluyorum...

Gülen suratına bakardım. Dalga geçip geçmediği belli olmazdı hiç. Ya duygularını çok iyi saklardı ya da duygusuzun tekiydi tek kelimeyle... Ama tam ona hissettiklerimi anlatacağım bir yol bulduğumda böyle sıyrılması beni deli ederdi...

Sonra sırtındaki yara izine kaydı gözüm. Eski bir sevgilisinin yaptığını söylemişti.

- Nasıl?

- Nasıl olsun, bıçakla...

- Hayır, niye yaptı?

Kötü bir anıyı değil de bir başarısını anlatacakmış gibi duruyordu...

- Onu aldattığın için mi?

- Yok canım! Bir tartışmaydı sanırım. Basit bir şey!

O basit şeyi tahmin edebiliyordum... Haksız olduğu ender durumlarda bile yine kendini haklı çıkaran mantıklı söylemleriyle kadını çileden çıkarttığı bir an... Doğru gözüken ama duygudan uzak, aşağılayıcı, size bir sinek kadar bile değeriniz olmadığını hissettiren sözlerini akıtmış, karşı koymaya çalışmanıza aldırmayarak arkasını dönüp gitmeye kalkmıştır. İşte tam o sırada... arkadan, sırtına! Helal olsun kadına... Bıçağın sadece ucu girmiş olmalı, çok büyük bir yaraya benzemiyor. (Ay ışığının altında çok etkileyici duruyor. Ondan bu yüzden de nefret ediyorum. Yarayı bile kendine yakıştıran adam!) Eminim o acıyla geri dönüp kadına haddini bildirmiş olmalı. Bir tokat... Ve kadını kendine bir kat daha âşık etmiştir, bilmeden. Bilmeden âşık eder. Anlamazsınız bile ne olduğunu. Aşkın özelliği değil bu, onun özelliği. Bir erkek hem şefkat hem saygınlığı nasıl uyandırır bir arada...
Hem çocuğunuz hem babanız nasıl olur aynı anda... Ona bu yüzden mi kızamıyorum? Ona bu yüzden mi kızamıyoruz?

Sonra yaranın ameliyatla alınmış önemsiz bir çıban olduğunu söyleyip katıla katıla gülüyor; kaleciyi ters köşeye yatırmış futbolcu gibi seviniyor...

- Yine de iyiydi senaryon...

Yine de bilemezsiniz hangisinin gerçekten yaşandığını, hangisini o an kurduğunu... Bu belirsizlikte saklanıyor işte... Elde edilemezliğinin, tahmin bile edilemezliğinin kalesi bu belirsizlik... Dokunulmazlığı onun...

- Ne çok benin var.

- Sen onlara ‘sen’ demelisin!

Ben dokunacağım ama ona! Öncekilerden daha derine hem de... Kalbine! Arkadan bıçaklayamam onu, hayır... Bu hainlik olur.

- Seni hiç aldatmadım!

Doğruydu bu. (Onu haklı bulmaktan nefret ediyorum!) Gerçek her zaman gözümün önündeydi. Ne yalan söyledi, ne saklamaya çalıştı. Doğruyu söyledi her zaman; ama arada, doğru olmayanlarla birlikte. Çoktan seçmeli bir sınav gibi. (Beni sınama hakkını ona kim verdi?)

Ama o bir hain değil... Duygularıma istediğim gibi karşılık vermemesi onu bir hain yapmaz. Kendi hayatını yaşaması onu bir hain yapmaz.

Ve ben de hain değilim... Ben de kendi hayatımı yaşadım. Onun sadece benim olması için çalıştım... Bunun için her şeyi yaparım... Evet her şeyi... Kendi hayatımı yaşamaya çalıştığım için de ona ihanet etmiş sayılmam...

Hain olmam... Eğer onu sırtından değil de kalbinden bıçaklarsam tabii...

******

İnanabiliyor musun? Onu öldürecektim... Ona sahip olabilmek için onu öldürecektim... Aşkımı öldürecektim... Dünyadaki biricik aşkımı... Ama ölmemesi gerekiyordu. O kadar çok yapacak şeyi var ki! Onu öldürseydim beni asla affetmezdi! (Onun gibi konuşuyorum değil mi?) Katil olmayı umursadığım yoktu ama ona kötülük yapmış olacaktım...

Neden fikir değiştirdiğimi de biliyorum. Çünkü yüzünü döndü! Hayır hayır, uyandığından değil, uykunun arasında öyle öbür yana dönmüştü, benden yana, ay ışığından yana... Onu kalbinden bıçaklamak istediğim için bana yardımcı olmaya çalışıyordu sanki. O mu yardımcı olmaya çalışıyordu, yoksa Tanrı mı? Tanrı bir insana katil olması için yardım eder mi? Biliyorum, ona sorsan, eder, derdi... Katil olmak kötü bir şey değil, derdi... Kötü dediğimiz şey kötü bir şey değil, derdi... Kötü, bir sıfat sadece, derdi, iyi’den hiçbir farkı yok. Tek farkı daha az tercih ediliyor olması...

O zaman benim yapacağım şey de kötülük değildi! Onu öldürdüğüm için beni kötü olarak göremezdi... Görüyor musun, onun tezini ilk defa ona karşı kullanabileceğim bir yerdeydim, ama ölüm döşeğinde! Bunu söylesem mi diye bile düşündüm uyandırıp... Öyle elimde ekmek bıçağıyla... Gülmeme bakma, delirmiş falan değilim... Gerçekten! O olsa, delirmek sarhoşluğa benzer bir açıdan, derdi, kimse deli ya da sarhoş olduğunu söylemez... Bir iş yaparken, ya da düşünürken bile, kendine dışardan baktığını, sadece düşünmediğini, düşündüğünü düşündüğünü, bu yüzden kendi kendini engellediğini, bu yüzden bazen deli ya da sarhoş olmazsa çalışamadığını da söylerdi... Şuraya baksana... Onun felsefeleri gelmiş aklıma. Ölen o, hayatı film şeridi gibi gözleri önünden geçen benim! Delirmeyeceksek içelim, derdi o yüzden... İntihar etmeyeceksek sarhoş olalım... O yüzden içiyorum işte, delirmemek için. Yoksa intihar etmemek için mi? Öyle elimde ekmek bıçağıyla arkamdan ay ışığı vururken gölgem sevgilimin üzerine düşmüş... Üzerine serilmiş... uzanmış... yatmış... Onunla sevişmek istedim... Boşalırken suratındaki o ifade... Benim orgazmım da bu işte... Böyle uyuyan bir insanı nasıl!!! Küçük burnu, kocaman kafası, çenesi, o harika profili... Öyle güzel ki... Öyle mutlu... Melek gibi... Sen onu uyurken seyrettin mi hiç?

Hiç uyudun mu onunla!?

Herkes uyurken melek gibi midir böyle... Bebek gibi... Bebeğim gibi... Nasıl yaparım... Nasıl yapabilirdim...

Onu öldüreceksen, bak söylüyorum, kesinlikle arkadan vuracaksın... Hain desinler... Yılan karı desinler... Ne derlerse desinler... Yüzünü dönmesini beklemeyeceksin. Kesinlikle arkadan... Hain olmadan ona zarar veremezsin çünkü!

Ha şunu da söyleyeyim, tavsiye verir gibi konuşmama bakma, böyle bir şey yaparsan, benim için en büyük hainsin... Gözümü kırpmam...

Onun kılına dokunursan... Anladın mı!






BİRBİRİMİZİNİZ




"- Ne tür kadınlardan hoşlanırsın?
- Benden hoşlanan kadınlardan..."


- Hazırcevaptın.

- Ve senden hoşlanıyordum!

- Suratına dikkatli dikkatli bakmıştım. Kendine bu kadar güvenin var mıydı gerçekten, yoksa güven kazanmak için mi böyle kendini beğenir gözüküyordun?

- Olduğundan daha iyi görün, sonra da göründüğün gibi ol...

- Sürekli etrafımda dolaşıyor ama yanıma gelip tek kelime etmiyordun. Hiç tanışamayabilirdik, hiç, düşünsene.

- Sıkılıyordun.

- Sıkılıyordum, hoşlanıyordum. Hoşlanıyordum, sıkılıyordum.

- Hep gittiğiniz bara gelir, seni arardım.

- Beni iyi görebileceğin bir yere geçerdin.

- Senin beni iyi görebileceğin bir yere...

- O gün bir anda yanımda durur bulmuştum seni.

- Ben de sonradan fark ettim. Çok kalabalıktı.

- Ne yani! Tamamen rastlantı mıydı?

- Evet! İnanmıyorsun!

- Aslında inanırım. O kadar yakınlaşman normal değildi.

- Bir saniyede ağzımdan çıktı o laflar. Bir başkası konuşuyormuş gibi. Bir saniye daha gecikseydi...

- Üç yıl ve bir saniye!

- Nasıl tanışacağımızı hayal ederdim. Senaryolar kurardım. Hareketleri, mimikleri bile düşünürdüm. Sonra suskunlukları... Küçük çaplı tiyatro oyunları! Nasıl hayal ettiğim gibi oynanabilirlerdi ki...

- Fazla düşünüyordun.

- Fırlamanın teki olmak isterdim...

- Ama canayakındın.

- Burnu havada!

- Zeki...

- Ama kurnaz değil!

- Tanıştıktan sonra tüm güvensizliğin kayboldu, harika bir şeye dönüştü. Sırıtmıyordun, sıcak sıcak gülümsüyordun. Atılmıyordun, köşene davet ediyordun. Suratıma bağırmıyordun, tüm dünyaya fısıldıyordun. Kendini ortaya koymuyordun ama her yerdeydin. Kader gibiydin! Bu kadar kendine güven, güven veriyordu. Nereye istersen gelirdim. Geldim...

- Ya ilk günlerden, aylardan sonra... Güvensiz olduğun durumları da hatırlıyorum. Vazgeçmeye yeltendiğin, karamsarlığa kapıldığın...

- Tartışmalara başladık.

- Hiç bir yere varmayacağını başlarken bildiğimiz ağız dalaşları.

- Sen zekanın kabul edilmesini istiyordun. Daha da fazlasını, yüceltilmesini. Bunu şart koşuyordun.

- Bu yüzden mi zekamı yadsıyordun?

- Bazen aşağılıyordun!

- “Senden bana geçen entelektüel bir şey yok.” Hatırladın mı? Bunu diyen sendin.

- Sadece seni kızdırmak için söylemiştim...

- O an bunu anlamak güç!

- Karşıma içinde kaybolduğum ikilemler çıkarıyordun. Bugüne kadar karşılaşmadığım
bir şeylerin varlığını hissediyordum sende. Baş edemeyeceğim, gerilerinde kalacağım bir şeylerin. Aptallaşıyordum. Ben de varım, demek istiyordum.

- Zayıf noktalarının adını koymak istiyordum. Zaaflarının...

- Kendi gücünü ispatlamak için?

- Güçsüzlüklerinin üstesinden gelmek için...

- En zayıf noktam sendin!

- Bana göstermeye çekindiğin yönlerini. Kendine bile göstermediğin belki.

- Böyle mi âşık ediyorsun?

- Bu yüzden mi âşık oluyorlar!

- Ne demiştin demin kendin için? Burnu havada...

- Başta canayakın gelenin sonradan can yakması ne ilginç değil mi?

- Yine de kötü bir insan olduğunu düşünmüyorum.

- Ya sana vurduğum o gün?

- O hariç! İnanamıyorum! Beni dövdün!

- Beni köşeye sıkıştırmıştın.

- Yerlere yatırıp sürükledin, boğmaya kalktın.

- Gitmeni istiyordum ama gitmiyordun.

- Lenslerim yırtılmıştı.

- Sana vurduğumda, ellerim boğazını sıkarken kendimi görüyor, ne yaptığımı fark edebiliyordum. Durmak ya da devam etmek elimdeydi. Ve bilinçli bir şekilde devam etmeyi seçiyordum.

- Bilinçli mi!?

- Gitmeni sağlayabilmek için vurmuştum. Git dediğimde gitmediğin için!

- Tokat yiyip nasıl gideyim!

- Üzerime gelmeseydin, beni tahrik etmeseydin...

- Boğazıma sarılmıştın!

- Ama sonra bıraktım. Yine gitmedin. Beni kadın döven bir erkek olarak suçlamaya başladın.

– Sense gülmeye başladın.

- Aldırmazmış gibi davranmaya karar vermiştim.

- Hep yaptığın gibi... Sinir bozucuydu!

- Yiyecek bir şeyler getirdim. Sininin üzerinde sakin sakin yemeğe başladım.

- Benimle ilgilenmiyordun. Laflarıma alaycı karşılıklar veriyordun. Dalga geçiyordun!

- Geldin ve tekme vurdun siniye! Yemekler yere döküldü.

- Ayağa kalkarkenki suratını hatırlıyorum!

- Kaçmaya çalıştın.

- Yere yatırdın...

- Seni çırılçıplak soymak istedim. Üzerindekileri yırtmak... Nedenini bilmiyorum! Seni utandırmak, acizliğini göstermek için belki. Belki de kendimi kurtarmak için. Seni çıplak görseydim yaptığıma devam edemezdim belki de. Etine zarar vermezdim. Bu kadar acizken yapacağın tek şey gitmek olmalıydı, gururunu kurtarmayı bu kadar ısrarla denemenin bir yararı yoktu. Hem işe yaramıyordu, hem de git gide daha fazla zarar görüyordun. Gitmeliydin ve gitmiyordun. Seni tekrar bıraktığımda bu kez gittin... Neyse ki gittin. Bana kendini dövdürdün sonra da gittin.

- Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?

- Bu düşünebileceğim en iyimser şeydi ve başka açıklamam yoktu. Başka çarem... Birkaç gün sonra geçecek bir çılgınlık yaşıyordun. Ya da hiç ümit yoktu çünkü tam olarak delirmiştin. Birkaç gün sonra duruldun. Çılgınlığın geçmişti.

- O geceden sonra seni gördüğümde nefretimi taşımadığımı fark ettim. Bu beni şaşırtıyordu. Beni dövdüğün için sana yeterince kızamadığımı düşünüyordum, özür dilemek bir yana kendini haklı çıkarmaya çalışman ve bunu başarıyor gözükmen beni rahatsız ediyordu ama sanki etkiliyordu da.

- Hayat kendi kendini haklı çıkarma sürecidir.

- Bunlar sadece felsefe falan değil, değil mi? Aynen böyle yaşıyorsun. Seni kadın döven aciz bir erkek olarak suçladığımda, o gece ben de en az senin kadar dayak yedim, demiştin ve bunun için özür dilememi istemiştin, düşünebiliyor musun?

- Kendini bu kadar sevmeseydin seni bu kadar sevmezdim, demiştin.

- Önceleri hep senin yükünü taşımak zorunda kaldığımı düşünüyordum... Sonradan...

- Ben de seni sırtlamıştım!

-...sonradan anladım ki sırtıma yüklediklerin tüm çekiciliğinmiş! Senin için uğraşmamı, senin yoluma çıkarttığın zorluklarla savaşmamı sağlayarak, sana âşık olmamı çok kolaylaştırdın.

-Bana âşık olduğun için zorluklarıma katlandığını düşünüyordum.

-Ve benim sana âşık olduğum gün senin bana ilgin azalmaya başladı, çünkü artık sana hiçbir zorluk çıkaracak durumda değildim. Zorluklarına karşı koyacak durumda da değildim. Sana istediğin bir şeyi veriyordum ve başka bir istediğini vermekten de giderek uzaklaşıyordum. Hep çevrende dolaşan ve sana giderek daha fazla âşık olan kadın oluyordum ve böylece bana âşık olmana engel oluyordum.

- Sana hiç yalan söylemedim.

- Keşke söyleseydin! O zaman bu kadar kararsız kalmazdım. Seni terk edebilir ya da affedebilirdim.

- Bana âşıktın, biliyordum, ama yine de affetmeyebilirdin. Bilirsin, sevmeyenler devam ettirir de, sevenler ayrılır! Yalan söylemek bir yoldu. Bir arkadaşım o kadar doğallıkla tavsiye etti ki bunu. Şaşırmıştım. Onu seviyorsan yalan söyle, dedi. Hiçbir şeyi fark etmemesi için yalan söyle. Gerekiyorsa söyle. Onun iyiliği için söyle.

- Beni aldatmaya devam edecektin, üstelik yalan söyleyecektin ve ilişkimiz yürüyecekti, öyle mi? Aldatmaktan vazgeçmeyi düşünmedin.

- Aldatmama engel olamadın! Zaten ilişkimizi esas bitiren senin aldatmandı.

- Senle ayrılmıştık.

- Bir hafta geçmişti! Sadece bir hafta!

- Seni unutmam gerekiyordu.

- Tüm ilişkimiz boyunca beni o kadar suçladığın şeyin aynısını kendin yaptın. Benim seni aldatmamam gerekiyordu, senin beni aldatman değil.

- Hep diğer ilişkinin bitmesini bekledim... Güçsüz düştüm... Beni yıprattın, sonra da güçlü olmamı bekliyorsun.

- O eski sevdiğim kadın değildin artık. Sanki geçmişimizi değiştirmiştin! Dönüp de benimle sonsuza kadar kalacağın konusunda sözler verdiğin, yeminler ettiğin o gece... Bembeyaz bacaklarına bakmıştım... Daha önce hiç o kadar baştan çıkarıcı gelmemişlerdi sanki. Baştan çıkarıcı ve yabancı... Başkasının...

- “Sevgilimsen hâlâ, beni aldattığın için seninle olmam.” demiştin... Ve benimle oldun!

- Çünkü sevgilim değildin artık...

- Sana dönmüştüm. Hiç gitmemiş gibi...

- Bir kez gittiysen... Seni istiyorum, sadece seni istiyorum, diye fısıldıyordun sevişirken. Sadece seni!!! Sence bir aşk ilanıydı bu, bence ihanetinin belgesi...

- Beraber olduğum adamı tanımak istemiştin.

- Onun beni tanımasını istemiştim...

- Senden nefret ediyordu.

- Böyle mi söyledi?

- Sana hayrandı. Çünkü ben sana hayrandım.

- O zaman neden?..

- Senin bir zamanlar sevgilim olman onun gözünde beni bir kat daha değerli kılıyordu, benimle olarak da seni aşağılıyordu. Belki de kendini senin yerine koyuyordu... Belki de esas derdi seninleydi.

- Senin derdin benimle olduğu için...

- Ya ona dönersem! demiştim bir gün. Seni istemez ki! demişti. Şuraya bak, demiştim, rakibinin gururuna güveniyorsun! Gurur bir gençlik hastalığıdır! demişti. Karaktersiz bir adam değil.

- O da sana âşık değil. Değil mi?

- Ya sen? Şu anki sevgiline âşık mısın?

- Başkasına da âşık değilim senin gibi.

- Ne yapabilirim? Aşkım artık bana âşık değil!

- Keşke sana âşık kalabilseydim. Keşke bu kadar gururlu olmasaydım!

- Belki de aşk, her şeye rağmen hâlâ hissettiğindir... o en hoşlanmadığın şeyi yapana.






ÇORAP SÖKÜĞÜ



'Aşk bir düettir, düello değil.'


Beni hep yanlış anladı, anlamak istediği gibi anladı diye, yakınır babam, annem konusu her açıldığında. Düşünsene, der, neredeyse bir yıl boyunca benim de ondan hoşlandığımı düşündü bu kadın. Beni yakıştırdı ya kendine... Bakalım ben seni yakıştırdım mı! Hem Tahsin var! Çocuğa da ayıp ettik. Ama ben düşünmüyorum ki hiç annenle ilgili öyle hoşmuş, güzelmiş, iyi aile kızıymış diye! Düşünsem düşünsem şöyle iki çift laf edebileceğim biri. Peşinde de koşmadım ki, koşsam... Çünkü Tahsin var! Hoşlanıyor annenden -daha annen değil tabii. Belki aralarını da yaparım diyorum. Tahsin bir yıldır anlatıyor bana şöyle seviyorum böyle seviyorum diye... Eee, o seni? Tabii canım, diyor. Olmaz mı! Fark etmedin mi zaten, diyor. Fark ettim. Hepimiz fark ettik. Fark edilmeyecek gibi miydi?

Önceleri samimi bile değiliz annenle. Sonra bir gece ilk defa adam gibi konuşuyoruz. Açılıyor bana. Hem de ne açılma. Bitmek üzere olan evliliğinden –ha bu arada evli daha- ondan bundan konuştuktan sonra olmadı mı hiç hoşlandığın biri, diyorum; ağız arıyorum. Fark etmez mi ağız aradığımı, ne cindir o, oldu altı ay kadar önce birisi, diyor, cidden hoşlandığım. Kim bu? diye soruyorum. Biliyorsun ya! diyor imalı imalı. Kim ya? diyorum ben de gülerek, söylesene. E biliyorsun işte, diyor. Tahsin’den bahsediyor. Bok Tahsin’den bahsediyor! Beni söylüyor, beni! Ben nereden bileyim. Hem arkadaşımın aşkı değil misin! Şunun şuracığında zaten kaç gün oldu laflayalı! Ama dedim ya, kestirmiş bi’ kere gözüne!

O gece öyle o beni, ben Tahsin’i kastede kastede konuştuk da anlamadık birbirimizin ne kastettiğini...

Ama annen zannetti ya beni kastettiğini anladığımı, başladı ondan sonra flört ediyoruz diye yaymaya şirkete. Bir altı ay kadar geçti, şirkette ilişkimizi duymayan yok. Bir ben bilmiyorum! Ha bir de zavallı Tahsin. Zavallı diyorum ya, duyarsa gücüne gider garibin. Ne hissetmiştir acaba ilk duyduğunda? Ne sinirlenmiştir. Neyse konuyu dağıtmayayım, biz takılmaya başlıyoruz artık annenle. Suç bende! Güya modernler ya şirketteki bu insanlar, bir kadın erkek arkadaşıyla yemeğe gitmesin, hemen adını çıkarırlar. Hoş onları da suçlayamıyorum ya! Sonuçta kadın evli daha... Bendeki de saflık!

Eğleniyoruz eğlenmesine de, ben unutmuşum Tahsin’i mahsini... Ayıp, değil mi? Hoş o da bi’ tuhaf, bir sevgilisi gidiyor bir sevgilisi geliyor. Neyse annen anlıyor sonunda ona kur falan yapmadığımı –ben aman kur yaptığımı falan düşünür yanlış anlar diye ona göre konuşuyorum, ona göre davranıyorum çünkü. Bak şimdi hatırladım! Ulan içimizde de hiç kötülük yok be. Bir defasında sinemada başını yasladıydı omzuma...

Neyse, annen anlayınca bir not gönderiyor bana. “Senin beni dostun olarak gördüğünü yeni anlıyorum. Ben ise seni hiç öyle görmedim, bundan sonra görebileceğimi de sanmıyorum.” Dostluğun beş kuruş değeri yok, görüyor musun? Haydaa! diyorum. Bu kadın benden hoşlanıyor mu yoksa? İlk o zaman anlıyorum ekmek çarpsın...

E hoşuma da gitmiyo’ değil. Başlıyoruz öylecene ilişkiye. Buraya kadar her şey iyi. Asıl olaylar bundan sonra başlıyor. Daha doğrusu benim gözüm açılıyor.

Bir gün Nilgün’le karşılaşıyorum. Ondan söz etmiş miydim? Daha annenle çıkmadan önce onunla ufak çapta birşeyler olmuştu aramızda. Tabii bu sırada annen kendinden hoşlandığımı sanıyor. Ben annenin odasına gidiyorum, ordan Nilgün’ü kesiyorum ufak ufak, annen kendine sanıyor ilgiyi. Onun yanındayım ya. Halbuki Nilgün’ün masası ordan daha iyi gözüküyor! En ufak bir şey çakmıyor annen. Sağ olsun biraz bencildir. Başı da dönmüş zaten güya ilgimden! Etrafı gördüğü yok. Sonra Nilgün yurt dışına gidiyor, geldiğinde bir de duyuyor ki biz annenle çıkıyoruz. Gerçekte değil ama lafta! Tabii nerden bilsin. Sonra aramıyor etmiyor, ben de aramıyorum. Aramam bilirsin. Öylece soğuyor bizim aramız Nilgün’le. Beni unuttuğunu başka biriyle olduğunu falan düşünüyorum. Ondan sonra başlıyorum annenle birlikte olmaya. İşte o aylar sonra Nilgün’le karşılaştığımız zaman çakıyorum durumu. Yaa! diyorum, bu kadın beni bu yüzden aramamış olamaz mı? Gayet mantıklı... Üç gün Allah seni inandırsın, uyumuyorum düşünüyorum. Anneni suçlamam yakışık alır mı? Kadın bazı şeyleri yanlış anlamış tamam ama kötü niyetle yapmamış ki... Hoş bu yanlış anlama benim bir ilişkime de mal olmuş ama! Bir gün konu açılıyor, bilmiyor muydun, diyorum, Nilgün’le biz birşeyler yaşadık? Niye bana söylemedin? diye kızmaz mı! Hoppala...

İlk önce saf saf açıklama getirmeye çalışıyorum. Seninle aramızda senin sandığın türden bir ilişki olduğunu düşünmüyordum ki, falan diyorum... Daha önce de birkaç kez söylemişti, ilk zamanlar sen de benden hoşlanmıştın itiraf et işte, diye. Ama ben dalga geçiyor sanmıştım. Halbuki “Niye bana söylemedin?” lafından sonra anlıyorum ki hiç bir zaman inanmamış bana, ona gerçekten dostu gibi yaklaşmaya çalıştığıma... Neye inanmak istiyorsa ona inanmış, anlamak istediği gibi anlamış her şeyi, her zaman yaptığı gibi...

Sonrası çorap söküğü! Nilgün’le ilişkimden kimse ona söz etmediği için şirketteki herkesi suçluyor, ağlıyor sızlıyor, nasıl yaparlar bunu bana? diyor; yanlış anlamasına başkalarının neden olduğunu düşünüyor da, kendini hiç suçlamıyor. Yahu kadın, bu insanlar kadar, hatta onlardan önce sen yapay bir ilişki çıkarmadın mı başımıza, ve şu anda öğrendin, bu benim bir ilişkimin başlamadan bitmesine yol açtı. Ne diye başkalarını suçluyorsun? Adam gibi üzerine al sorumluluğu! Gerçi benden bir kez özür diliyor benim zorumla ama ondan sonra hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor canım cicime... Ya ben bu kadını hâlâ seviyorsam ne olacak? Bir ilişki üzerine başka bir ilişki kurulur mu? İlk önce senin bunu istememen lazım! -Ha bu arada hâlâ boşanmış değil kocasından.- Bir sor Allah aşkına, bir sor. “Bu olayı unutmak istiyorum...” Hoşlanmadığı her durumda böyle derdi. Bunu da unutmak istiyordu mutlaka. Ben de ona “Hiçbir şeyi unutamazsın!” derdim. Unutamadı da zaten. Gereksiz kıskançlıklar yaptı. Güvensizleşti bana karşı. Başka kadınları bahane etmeye başladı. Nilgün’le onu aldattım ya! Ben bu kadar, hayata sadece kendi gözlüklerinden bakan birini daha görmedim.

Neyse, ne diyordum? Karışık mı anlatıyorum! Nilgün olayını böyle düşünürken Tahsin takıldı aklıma. Annen bizim ilişkimiz resmen başladığında onun kızgın olduğunu söylemişti, konuşayım, dediğimde engel olmuş, “Ben konuşayım daha iyi!” demişti. Konuştu. Konuştu konuşmasına da ne konuştu acaba? Gerçeklerin kendi bile farkında değilmiş baksana. Tahsin’e “Bizim bir ilişkimiz var, artık sinirlenmenin, kızmanın ne alemi var?” dediyse yetmez ki. Tahsin bizim ilişkimize değil benim onu arkadan bıçaklamama kızgın. Yani o öyle düşünüyor. Anlatmış etmiş sonuçta bana o kadar şey, kalbini açmış, dert ortağı yapmış beni... Annene kur yapanın, bu ilişkiyi olsun diye zorlayanın ben olmadığımı açıkladı mı acaba annen?

Ben bundan şüphelenir dururken şirketteki arkadaşların bana söyledikleri şeyler geliyor aklıma birer birer. Birisi devamlı yanıma gelip “Sen kaç kişiyle gönül eğlendiriyorsun bakiyim?” diye çıkışıyor bilgiç bilgiç. Hem annenle(!) hem de Nilgün’le çıkıyorum ya... Tabii bir kere bellediyse, her yanımda kadın gördüğünde “Bak yine yazıyor!” diye düşünüyordur. (Ha bu arada daha ilişkimiz başlamamışken annenle, şirketin çapkınlar listesine üç numaradan girip hızla bir numaraya yükselmiştim. Listeyi yapan kim, bil bakalım? Tabii ki annen. Senin anlayacağın, adım çıkmış dokuza inmez sekize!) Sonra başka birisi beni kötülüyor yakın bir arkadaşıma “Ona dikkat et, tehlikelidir!” diye, niyeyse? İnsan pirelenmez mi? Pirelenir de benim kadar geç pirelenmez herhalde... Hepsini teker teker çekip kenara, soramazsın ya. Ben karar veriyorum, yine şirketten annenin en yakın bir arkadaşıyla konuşayım diyorum. Tijen... Bunu annene de söylüyorum “Konuşmamanı tercih ederim,” diyor. Görüyor musun sen kadını! Sen aylar boyunca anlattın şirketteki bi’ dolu insana, en azından Tijen bir de benden dinlesin bakalım, neden korkuyorsun? Tabii aklıma gelmeyen başıma geliyor: Tijen benimle görüşmek istemiyor. Neden? Herhalde anneni aldatmamdan dolayı!!!

Yapacak bir şey yok. Kimseyi zorlayamazsın. Ha sonra bak hâlâ bilmediğim bir gizem daha var. Annen beni arıyor –henüz ayrılmamışız, o kocasından zaten ayrılmamış- bir eski sevgilim, şimdi dostum olan bir bayanla ilgili, “Birlikte olduğunuzu duydum...” diyor. Kimden diyorum? Biri Tijen’e söylemiş. Sonra araştırıyorum böyle bir şey yok. Tijen’e böyle bir şey söylenmemiş! Tijen mi uydurmuş? Açıyorum annene, aynen söylüyorum. “Yanlış anlamıştır!” diyor Tijen için. O kadar... Ulan o kadar kolay mı? İftira etmiş olmuyor musunuz insanlara? Gereksiz yere savunma yapmak zorunda bırakmıyor musunuz insanı? En nefret ettiğim şey! Deli olmak işten değil...

Ha, şimdi diyeceksin ki sen de bazı şeyleri yanlış anlamış, abartmış olamaz mısın? Olabilir! Ama benim içim rahat. Nasıl onlar bana sormayıp arkamdan konuştularsa... gerçekleri göz ardı edip uyduruk senaryolar yazdılarsa... vardır elbet benim de gözden kaçırdığım bazı noktalar, insanlarla konuşmaya çalışıp konuşamadığım için... Günün birinde birisi çıkar da beni suçlamaya kalkarsa... açacam kollarımı iki yana avuçlarım yukarda... yatırıp başımı yana, kaşlarımı kaldıracağım... ağzımı yamultup “Yanlış anlamışım!” deyip geçeceğim.


İşte böyle anlatır durur babam annemle ilişkilerini, neden ayrıldıklarını... Bilirim annemin niye bu kadar kızıp karşı çıktığını ve bir o kadar da sevdiğini bu adamı... Annemin yanlış anlamaları olmasaydı, diye düşünürüm ben de hep... ya da derim, biraz egoistçe de olsa, beni düşünmüş olsaydı da babam ayrılmasaydı annemden... keşke, derim, Nilgün abla ile birlikte olsaydı en azından... acaba doğar mıydım o zaman?







DERETEPE




Çocuklarımıza ad buluyoruz.


- İlki erkek olsun, diyor, adı da Murat. İkincisi kız.

- O da Leyla, diyorum.

- Olmaz! diyor.

- Neden? demiyorum.

- İlginç bir ad olmalı, diyor.

- Benim adım ilginç mi ki!? diyorum.

- Benim için... diyor, hayran hayran bakıyor.

- Senin adın da... diyorum, aşağıdan aşağıdan bakıyorum.

- Hayır, kimsenin bilmediği. Duymadığı. İlk bizim bulacağımız.

- Bizim bile ilk duyacağımız, diyorum. İlk bizim duyuracağımız.

- Naj, diyor.

- Onu bulmuşlardı, diyorum.

Biliyor kitabı. Okumuştu. Adı ilgisini çekip okumuştu. Sahi beğenip beğenmediğini hiç söylemedi. Adı beğenmek güzel de...

- Öyle bir şey, diyor. Kısa. Belki iki harfli.

- Tek harfli olsa, diyorum. Ze...

Olurmuş gibi bakıyor. Sonra anlıyor...

Gelecek planları yapıyor. Benimle gelecek planları. Benimle gelecek. Benimle mi gelecek? O, kendisiyle gitmemi istiyor.

- Su, diyor. İki harfli adlar düşünmeye başlıyoruz.

- Ay! diyorum.

- Ne oldu? diyor.

- Hiiç, diyorum... Ay...

- Haa! diyor... Olur mu? Gözlerinin içi parlıyor. I-ıh! diyor sonra.

- Se’li birşeyler, diyor. Onlar güzel oluyor.

- Siyu, diyorum... Gülüyorum...

O da gülüyor, cesaret alıyorum.

- İlki Siyu. İkincisi Çeroki... Ya sonuncusu?

- Eeee? der gibi bakıyor.

- Sonuncusu Mohikan, diyorum. Kahkahayı basıyorum...

Kafam açılıyor ve devam ediyorum üçlemelerden: Azgit, Uzgit, diyorum.

- Üçüncüsü de Deretepe, diyor. Dalga geçiyor.

- Hiç olur mu? diyorum. Ben daha çok.

- Neden? diyor.

- Düşünsene, diyorum, yıllar sonra üçüncü çocuğumuza gerçeği açıklıyorum: Az kalsın annen adını Deretepe koyacaktı Düzgit’çiğim!

- Bir yıl sonra... diyor. Bu bir yılda kavga etmezsek, diyor...

- Epey vaktimiz var, diyorum.

- Bakalım, diyor.

Birden aklıma geliyor. O kadar ad konuştuk ama, ya...

- Soyadı? diyorum.

- Senin soyadın! diyor.

- Evlilik? diyorum.

- E tabii! diyor...

- Bi dakka, diyorum.

- Ne var? diyor...

Susuyorum...

- Ya sen ne düşünüyorsun? diyor.

- Çocuklarımızın adları için mi? diyorum.

- Gelecek için? diyor.

- Hiiç! diyorum.








PALET



Sevgilisini nasıl mı kaptım? Bu çok çirkin bir yorum. Daha da ötesi: Bir yorum! Sadece bir yorum, gerçeğin kendisi değil.

Bir kere, kapmadım sevgilisini. Gayet doğal bir şekilde oldu her şey. Bana o olmasa zaten duyacağını itiraf ettiği ilgisi ona olan sevgisi azalınca bana aşka dönüştü... Karışık geldi ama değil aslında! Ona olan sevgisi neden azaldı, onu açıklayayım da olayın benle hiç ilgisi olmadığını görün.

Her şey tavla oynarken başladı. Sevgilim, yani o zamanlar onun sevgilisi olan sevgilim kitabını okuyor, arada bizi seyrediyordu. Tavlada yendim de ilgisi azaldı değil, hoş yendim de... Arada garsonu çağırmaya çalıştı, bana bira ısmarlayacak! Bir. İki.. Üç... Garson oralı değil. Ben bir döndüm. Seslendim. Onunkinden daha kısık sesle seslendiğim halde sesimdeki otoriter buyurgan tondan olacak, garson “geldim abi” deyip yanımızda bitiverdi. Neden öyle bakıyorsunuz canım, sadece bir an önce gelsin de biraları içelim diye seslendim. O da o kadar sünepelik etmeseydi.

Bundan bir şey çıkaramadınız ama durun bakın. Esas bu!

Denize girelim dedik, indik kayalıklara. Ben atladım. Hiç gösterişsiz mösterişsiz! Bu paletlerini giymeye çalışıyor. Kız arkadaşının yanında paletle yüzecek! Ordan kaybetti asıl. Hayır olabilir, dese ki “ne olacak, ben paletle yüzüyorum, ne var!” Pişkin pişkin de gülse kimsenin söyleyecek lafı olmaz ama sen öyle ezilip büzülürsen karşıdakine da koz verirsin, alaya kadar götürür kişi isterse işi. Ha bak şimdi aklıma geldi, tavlada da ben yenmedim ki, o yenildi! Neyse, sen tekini denize düşür paletlerin. Diyorum ya, benim yaptığım bir şey yok. Kızı kendi elleriyle teslim etmesi kaldı bir! Palet dibe. Bu diğer paletleri giyeyim de alayım havasında, kız arkadaşı da bakıyor ne olacak diye. Ben de boş durmayayım bir şeyler yapayım en azından kıyısından köşesinden diye düşünürken, “dalmadım ama uzun zamandır” dedim, doğruydu, “bir deneyeyim, antrenman olur. Nasılsa sen dalar çıkarırsın, o kadar derine dalmışsan tabii hayatında, paletlerini takana kadar kuma gömülüp kaybolmazsa bir de diğer palet”. Yok aslında diğerini de atacaksın denize, “yüz kardeşim işte kızınla” diyeceksin. Yüzmeyenin malını... tövbe tövbe...

Ben bir nefes aldım, daldım. Gittim gittim... neyse uzatmayayım çıktım. Bunlar bakıyor! Bizimki paleti giymeyi başardı başaracak öyle kalakalmış! Espri yapasım geldi, aklıma o an geldi ne yapayım, yoksa dipte falan düşündüğümden değil Allah çarpsın. “Kusura bakmayın” dedim, “takayım da öyle daha hızlı çıkayım bari dedim” -bu arada kaldırmışım paleti gösteriyorum- “ama o kadar uğraştım olmadı ayağıma, o yüzden geciktim biraz. Ne de küçük ayağın varmış senin, kız gibi...”

Böyle böyle o akşam kız bana... Aman canım neyse ne... Olan olmuş zaten bir kere...








BEYAZ TUVALET




Kız erkeğinin yanında arabada. Genç adam onlara doğru yürüyor, ona doğru bakıyor. Kız görüyor. Genç adamın bakışları donuk ve kıpır kıpır. Soğuk ve iç yakıcı. Savruk ve delip geçici. Uzak ve giderek yaklaşıyor. Giderek yaklaşıyor... Korkak ama istekli kızın bakışları. Oysa karamsar makyajların ardına saklanmıştı bir süredir. Nereden görüp aldığını çıkaramadığı takıntılar, kendine yakıştıramadığı yüzsüzlükler takmış takıştırmıştı bileklerine, parmaklarına; büyük, sallantılı küpeler kulaklarına. Nazar boncuklu altın zincirlere teslim etmişti boynunu. Başının arkasında topuz yapmıştı kadınlığının yükünü omuzlarından alıp. Tavırlar giyinmişti; sitemler, yüksek topuklu... Çekemiyor bakışlarını genç adamdan. Sanki arabanın yanına gelecek, kapısını açacak, onu dışarı davet edecek. Arabanın yanına gelecek ve geçip gitmeyecek. Durup bakacak. Bakma! Bakmasana! Baktın bari devam etmesene! Direnecek kız; zaten başka bir yere bakıyormuş da gözünün önüne gelince ona bakmak zorunda kalmış gibi sanki; önünden çekilse de manzarasını kapatmasa gibi sanki; ah hiç çekilmese hep orada dursa biraz daha biraz daha baksa gibi değil hesapta. Ve genç adam yapacak: Arabanın yanında durup ısrarla bakmaya devam edecek. Kızın kendinden geçmiş bakışlarının dönmesini bekleyecek.

“Yeteeer!..” Erkeğinin bağırışından ve başını o yöne sertçe çevirmesinden yararlanıp “ne oldu?” dercesine ona bakacak kız, böylece onun bakışlarını izleyerek genç adama dönebilecek, “nereye bakıyorsun öyle erkeğim?” der gibi dönecek. Sonra tekrarlayacak bunu içinden, artık erkeğine bakmadan: “Nereye bakıyorsun öyle erkeğim?” İşte tam o sırada beklediği işaret buymuş gibi sanki kapı koluna doğru hamle yapacak genç adam. “İşte gördün, alıyorum onu” dercesine kibarca hamle yapacak, “kaçırdığımı falan düşünme.” Ama hayır, kapılar kilitli. Sadece kilitli değil, kilidi de kilitli! (Hem hırsız kilidi, hem çocuk kilidi!) Zaten öyle miydi, yoksa durumu kavrayan erkeği son iki saniyede mi kilitledi? Önemi yok, niyet ortaya çıktı. Düşünceler kendi kilitlerini kırıp fırladılar caddeye, çıktılar insan içine. Herkes anladı bu genç adamın kızı kaçırıp kurtaracağını, taze bir nefes üfleyeceğini ona dudaklarından, hem de tutkulu bir şekilde öperken. (Hem de erkeğinin yanındayken!?)

Genç adam aniden başını tam aksi yönde çevirip zaten hamle yapmış vücudunu attı boş yola. Deniz tarafına park edilmiş arabaya hiç bakmadan geçti karşıya. Kız şaşkındı, deminki karşı karşıyalıkla şimdiki karşı karşıyalık?.. Yanılmış olamazdı. Kapı koluna doğru hamle yaptı, bir iki kez çekti kolu, ilkinde açtığını fark etmeyerek. Son birkaç saniyede mi özgür bırakmıştı yanındaki, yoksa fazlasıyla mı kapatmıştı kendini hayal dünyasına? Neyse çıktı. Bir daha bir daha bir daha çıktı. Yola attı o da kendini gözü çay bahçesinin merdivenlerini tırmanan genç adamda. Hızla gelip geçen arabalar sanki yokmuş gibi geçti karşıya, akıldan geçen bir düşünce gibi geçti. Artık gözden kaybolan sevgilisinin biraz önce çıktığı merdivenlerden çıkıp işte yollarının birleştiği gibi birazdan ellerinin, dudaklarının, vücutlarının (ama hemen değil) ve ruhlarının da birleşeceğini; evlenip, hemen çocuklar doğurup, onları şehirden uzak (ama fazla değil) bir kır evinde büyüteceklerini; kızın ata binerken oğlanın babasıyla ava çıkacağını (ama hayır, gölde balık avlasınlar, kuşlara yazık); bahçelerinde misafirlere sık sık partiler düzenleyeceklerini ve şehirdeki davetlere katılacaklarını (ama insanlarla öz ve az görüşeceklerini); dahası kocasının onu hiç aldatmayacağını ve hatta bunu aklına bile getirmeyeceğini düşünürken merdiven bitiverdi. Önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa baktı (oysa caddeyi çoktan geçmişti!)

“Bana yalan söylersen affedebilirim ama karımla yatarsan seni öldürürüm.”

Birden arkasını döndü sinsice yaklaşan bir şeylerin varlığını sezinlemiş korku filmi oyuncusu gibi: Hemen arkasında değildi Allahtan boynuzlu canavar. Nasıl olmuş da peşinden gelmemişti? Bahçede (ama güller yoktu) yürümeye başladı oturanları inceleyerek. Sonra bir kez de geri yürüdü yukarıdan yukarıdan bakarak, podyum mankenleri gibi. Garson ona doğru geliyordu. Ne diyeceğini düşündü. Kimseye görünmeden kaçsa? Nereye kaçabilir? Ya çıkışta bekliyorsa Allahtan boynuzlu... Yer bulamamış müşteri gibi ezik yürümeye devam etti bu sefer, masaların, dikkatlerini ondan çevirip eğlencelerine devam eden insanların arasında ve ‘yalnız mısınız?’ diye sorduktan sonra peşine takıldığını fark etmemiş gibi davrandığı garsonun önünde. Tam o sırada uzakta gördü onu, tuvaletin merdivenlerinden ikişer ikişer iniyordu. O da onu gördü. Utançla eğdi başını. (Tuvalet parasını ödemeden sıvışmıştı!) Birbirlerine doğru yürümeye başladılar. Ona doğru yavaş çekim koştuğunu hayal etti. Onun da ona. Ortada buluştular. Sonunda...

-Ne kadar kendinden emindin, dedi kız umutla.

-Emindim, dedi genç adam, tuvaletim gelmişti.


Kızın eli arabanın kapı koluna uzandı:

-Tuvalete gitmeliyim, dedi.

Çocuk kilidi açıldı. Hırsız kilidini de kendi açtı.







AKSİ




Genç kızla genç adam iki saattir bakışıyorlardı. Genç kız şoförün hemen arkasındaki cam kenarında, genç adam da onun hemen arkasında benim yanımda oturuyordu. Aralarını yapan da şoförün sağ yukarısındaki aynaydı. Kızın güzelliğini hem aynadan, hem profilden rahatlıkla görebiliyordum, bu biraz somurtkan yüzün ara sıra aynaya gülümsediği de dikkatimi çekmişti. Önceleri bana değildir diye düşünüp ilgilenmemiş, sonra bana olduğunu zannederek ilgisiz gözükmüş, en sonunda yanımdaki çocuğa olduğunu anlayarak ilgiyle izlemeye başlamıştım çaktırmadan, bir aynadaki bir yanımdaki gülümsemeleri.

Nasıl anlaştılar? Nereden başladılar? Önce kim başladı? Saatlerdir hiçbir şey konuşmadan neye güler bu gençler? Düşünmeye başladım bir yandan, bu sevda hikayesinin gelişimini izlerken. İki saatte ne ben izlemekten, ne onlar gülüşmekten, ne de durumu birbirimize çaktırmamaya çalışmaktan yorulduk.

Kız virajlı yolda otobüsün salınmalarını bedeniyle dengeleyip başını aynanın sınırları içerisinde tutmaya çabalarkenki dik duruşu ve ara sıra mıcırlı zeminin aynayı titretmeleri sanki o sınırlara sığdırdığı hayallerini bulanıklaştırıp yok edecekmişçesine korkak ama meraklı bakışlarıyla daha ısrarcı bir âşık görünümü sergiliyordu. Genç adam ise, belki onu doğrudan göremediğimden, belki de camdan dışarı seyrediyormuş kulpu hazırlanmış bakışlarımdan dolayı, aynadaki görüntüyle ilgilenmiyormuş da benimle beraber manzarayı seyrediyormuş gibi yapmasıyla, daha çekingen bir âşık izlenimi uyandırdı bende.

İki saat sonra mola yerine geldiğimizde otobüsten birlikte inip yan yana yürüdüklerini gözlemledim. Mola boyunca kıskanç bir âşık ya da kızın ağabeyi belki de babasıymışçasına izlediğim bu atak gözüken genç kızla çekingen delikanlı ikilisinin rolleri değiştiği gözümden kaçmadı: Çocuk lokantada ona yemekleri beğendirmeye çalışırken kız omuz silkti hepsine, lütfen aldığı çorbayı da soğuttu. Sonra çevreyoluna doğru yürüdüler ve uzunca bir süre hiç konuşmadan çocuk kıza kız da uçsuz bucaksız yolun ilerilerine, birşeyler yırtılırmış gibi sesler çıkartarak geçen otomobillere dikkati dağılmadan baktı. Konaklama yerine sapan birkaç otomobilden gerinerek çıkanları merakla inceledi. Her halde o kadar çok insanı her zaman birarada görmediğinden ya da tamamen köpekliğinden sırnaşık bir köpekle ilgilendi bir süre, konuştu onunla. Sonra tuvalete girdi; çıkışta çocuğun bekliyor olmasına sevinmediği gibi sanki kim olduğunu unutmuş da hatırlamak istermiş gibi hayretle uzun uzun baktı suratına. Molanın sonlarına doğru birkaç dakika kızın artık tamamen kabuğuna çekilerek çocuğun devamlı konuşma çabalarına suskunluk ve omuz silkmelerle karşılık vermesi ve utangaç bir yeni gelin gibi boynu eğik ayakkabılarını incelemesiyle geçti. Çok meraklanmış bir haldeydim! Bir anda çocuğun kızı otobüse doğru gidecekken durdurup konuşturmayı başardığını fark ettim. Kızın dediklerinin birkaç kelimesini de olsa duyabilme umuduyla yanlarından geçerken işitebildiklerim aşağı yukarı şöyle şeylerdi: “Hiç göründüğünüz gibi değilsiniz.”

Kız otobüse önden binip yerine oturdu, çocuk da arkasından yerine. (Kızın yanındaki koltuk boştu; bayan yanı... Görünen o ki iki gönül bir olmayacağı gibi ben de yolculuğun geri kalanını iki kişilik yerde tek başıma geçiremeyecektim; ama olsun.) Yerime geçerken çocuk asık suratını bir an kaldırdı ve çatık kaşlarımın altından bakışlarımı yakaladı. Yola çıkalım da bir, konuyu açarım, diye düşündüm. Oysa ben onun derdini babacanca dinlemeyi tasarlarken o, yol boyunca en ufak bir laf etmeme izin vermeyeceğini anladığım kırgın ve kızgın hallerinde ısrar etti. Beni çözümsüz sorularla baş başa bıraktı.

Neler dedi acaba kıza? Nasıl ikna etmeye çalıştı? Ayna yalancıdır, gerçek yüzümüzü görür ama bize aksini gösterir. Bunları söylemiştir. Belki bilgiç bilgiç. Kız da tabii omuz silkmiştir:

-Olsun!..

-Ama sizin de aynada gördüğünüz kendi gerçek suratınız değil ki!

Böylece kızın ilgisini biraz da olsa çekebilmiştir:

-Hangi suratım daha güzel peki!?

Giderek onu kazanacağını düşünmüştür çocuk:

-Bence ikisi de güzel.

Kız bundan etkilenmiş midir? Devam etmiştir çocuk:

-Tabii şu an karşımda gördüğümü tercih ederim, sorarsanız.

-Ben hayalimdekini tercih ederim!

Yaralamıştır. Çok yaralamıştır... Yok, yaralamamıştır. Bu kadar konuşmadılar bile. Bu yaralamıştır.


Kızı çevirsem:

-Bence abartıyorsunuz.

-...Olabilir!


Olamaz! Bu kadar basit olamaz, bu bir bahane sadece. Olmaz canım. Hayallerinden bir milim bile şaşmak istemiyor olabilir mi insan? Bu kadar idealist olunabilir mi? Ya ben? Ben ne yaptım? Gerçeği hayalimdekine benzetemeyince, hayalimi gerçeğe benzetmeye çalıştım en azından. En azından! Belli bir yaştan sonra. Hayallerimizden fedakarlık ettik. Olgunlaştık! Ya gençsen. Hâlâ gençsen. Serde asilik de varsa… Bu kadar seçici olunabilir mi. Hem kadın! Dişi... Bir zamana kadar neden denemesin? En iyisini neden aramasın? En güçlüsünü, en yakışıklısını. Doğada böyle. Tabii bununki şımarıklık değilse!

Sadece tipi olabilir mi? Burnu o tarafa değil de bu tarafa yamuk diye! Köylü mü buldu biraz çocuğu. Hoş, kitapları var çocuğun. Hem de zor kitaplar... Okumuş köylü!
Hani bazen insanın içine sinmez ya. Isınamazsın bir türlü. Gençken tabii. Ya yaşlıyken? Orta yaşlıyken! Daha kabullenici olursun. Ben öyle oldum diye mi öyle düşünüyorum. Hoş, ben erkeğim! Ben de gençliğimde... Ne kadar andırıyor... Tıpkı… Ama bu başka konu...

Canım... Hâlâ bakıyor! Çocuk hiç...









ŞEFFAF GİYSİLİ KIZ



-Neden öyle baktınız, kötü mü gözüküyorum?

-Bayan, sizde kötü gözükebilecek tek şey olabilir; kötü gözüktüğünüzü düşünmeniz...


Kış ortasında bronz bir ten kadar doğal ama yine de etkili olan bu sözlerime karşılık utangaçlığının altına saklanmış çapkın bir bakışla masaya siparişlerimi bırakıp uzaklaştı. Terbiyesizlik etmediğime emin olup gülümsedim ben de. Terbiyesizlik mi? Terbiyesizlik mi! İltifat ne zamandan beri terbiyesizlik oldu?..

Beni bilmezsiniz. Kur yapmak, gururla yalvarmak gibi gelir bana. Peki kur yapmamak gurur mu? Bunu bilemedim bugüne kadar. Hareketsiz kalmamdan etkilenen bir dolu kadın oldu olmasına. Ama bir dolu kadından da uzak kaldım bu yüzden, hem de onları gerçekten istememe rağmen. Uzaktan sevmek sevmelerin en güzeli gelirdi gençliğimde. Hep yanımdan geçerken sokakta, bana ilgiyle bakmış hoş bir kadına söyleyebilecek birşeylerim olmasını diledim. Cesaret edemedim.

Garson kıza asık suratla bakmamın nedeni bu işte. Kötü niyet değil, insanlar hakkında kötü düşünebilmem mümkün değil, sadece bugüne kadar karşılaştığım binlerce kadın gibi olacağını düşünmem aramızdakilerin. En fazla bana ilgi duymasını sağlayacağım, çünkü yakışıklı sayılırım, ama ona bir teklif yapamayacağım, bundan onun da hoşlanacağına emin olsam bile. Garip bir tutukluk... İşte somurtmamın nedeni.

Yine de denemekten vazgeçmedim hiç bir zaman. Denemek dediğim sonuca gidecek hamleler değil de demin yaptığım ama gerisini getiremediğim türden iltifatlar. Ki iltifat yapmaya bile yeni yeni alıştım. Kadınların iltifat edilmekten hoşlandıklarını, bunun onlara illa da kur yapmak anlamına gelmediğini, hem bu anlama gelse bile, kadınların kur yapılmasından da hoşlandıklarını anlatıp beni yavaş yavaş havaya sokan, kesin yargılarımı yumuşatmayı başarabilen bir dostumun sayesinde başardım bunu. Orta yaştayım. Saçlarım azalmaya, bedenim kalınlaşmaya ve içki göbeğim büyümeye devam etse bile kadınların beni her zaman beğeneceklerine olan inancım hiç yıkılmadı. Yine de keşke biraz daha girişken olsaydım der dururum...

Yabancı bir kent burası, yıllardır gelirim, öyle ki artık yabancı değil. İş için geldiğimde bile uzatırım yolculuğu, bir iki gün daha kalırım... Ülkemin bile çoğu şehrini bilmem de –bilmeye değecek gibi değildir zaten- buraları bilirim... Şehirleri bilmek kolaydır tabii, binalar binadır, ne kadar farklı tasarlansalar da, nehirler nehirdir, deniz dediğiniz de zaten hayal edemeyeceğiniz kadar farklı değildir bir yerde, başka bir yerden... Ama ya insanlar... Bir yeri bilmenin insanlarını tanımak olduğunu anladım bu şehir sayesinde...

Örneğin kendi ülkemdeki benim de yaşadığım en modern şehrimizde, bu tarz bir kafedeki garson kıza böyle bir iltifatta bulunsaydım beni bu kadar sıcak karşılamazdı. Ve ülkemde bu güzellikte bir kadını tavlamak, tabii ki hafif kadınlardan söz etmiyorum, epeyce bir beceri istese de, bu garson kızla iş çıkışı buluşmayı eminim benim kadar beceriksizi bile başarabilir. Çünkü size biraz istekle baktığında gururlanacağınız ama sonra fahişe olup olmadığından şüphelenmeye başlayacağınız kadınlardan değil o. Hem zaten burası da benim ülkem değil. Böyle şeyleri daha doğal karşılıyor bu ülkenin insanı. Örneğin bu kadar güzellikteki bir kız benim ülkemde asla garsonluk yapmaz. Ya manken falandır, ya da bir erkeğe kapılanmıştır. Aklını kullanamamışsa, şansı da yoksa fahişelik yapmaktadır, yani güzelliğini satarak kazanmaktadır hayatını. Doğuştan şanslıysa, yani paralı demek istiyorum, sadece o zaman kurtarır kendini.

Son zamanlarda benim ülkemde de modernleşme adı altında epey değişiklik oldu, kadınlarımız da bu değişiklikten epeyce payını aldı ama benim toplumum önünde şu garson kız kadar dekolte giyinmiş bir kadın ancak gece işe çıkmış bir fahişe olabilir. Eteklerinde, derin yırtmaçları seviyor (niye “derin” deniyor, “yırtmaç”, yırtmaktan mı geliyor?). Ülkemde ancak bir iç giyim eşyası olarak satılabilecek sutyen tarzı şeyler giyiyor, ama en sade gününde giydiği tişörtün içine sutyen giymiyor. Ülkemdeki sosyete dergilerinde gördüğüm o kotun bittiği yerden külotun askılarının gözüktüğü modayı en cesur haliyle uyguluyor. Bazen, herhalde şok etmek istediğinde müşteriyi, giydiği bir kaç şeffaf elbisesi var. Genelde koyu renkleri seçiyor ki aynı renkte bir de külot giyip giymediği konusunda biz müşteriler aramızda bakışlarımızla bahse girelim.

Şok etmek dedim ama benim dışımda kimsenin öyle şok olduğu falan yok. Bunu diğer kafelerden farklı olarak, kahvenin yanındaki birkaç kurabiye ya da her yerde bulamayacağınız underground dergiler gibi kendilerine sunulmuş ekstralar olarak kabul ediyor müşteriler. Ben de bu ortama alıştım sayılır çünkü ilk günlerdeki şaşkınlığım yerini kanıksamaya bıraktı (yani rol yapıyorum; çocukluğumda ailemle tatile gittiğimde plajdaki üstsüzleri ilk defa görüp de alışkınmışım gibi davranmama benzetiyorum bu durumu).

Başta da söylediğim gibi arasıra ona dalmış bakarken beni o somurtuk suratımla yakalıyor. Son yakalandığımda, dergilerdeki çıplak kadınlara bakabiliyorsam ona niye bakamayayım, diye sormuştum kendime, ama tabii bu mantığı ona anlatamayacağımı düşünüp yine utanarak kendimi çabucak toparladım ve hiç başka tarafına gözüm kaymadan, çünkü bu suçun itirafı gibi olurdu, gözlerine onu değil de kendini beğenmiş bir bakışla bakarak ve gülümsemeyi başararak o iltifat cümlesini kurabilmiştim... İlişkimiz de o zaman başladı zaten.

İlişki diyorum, demek istiyorum, çünkü bu kez gerçekten birşeyler yapmak istiyorum... Daha fazla birşeyler. Onunla ilgili ilk günden beri cinsel fanteziler kurduğumu gizlemeyeceğim. (Kimden gizleyeceğim ki, sonuçta kendi kendime konuşuyorum.) Daha fazlası, daha fazlası, ama nasıl... Hele son durumdan sonra: İltifatıma ilgisinin ve bakışlarıma karşılığın sadece bana olup olmadığını sorguladım. İlgisi diğer müşterilere de olabilir, niye sadece bana özel olsun ki diye düşündüm... Böylece kızı başka bir gözle izlemeye koyuldum... Kızın erkek müşterilere değil ama onların kıza ilgi gösterdiklerini, basit bir ilgiden daha fazlasını gösterdiklerini o zaman fark ettim. Geriye çektim böylece kendimi, hep yaptığım gibi.

“Önde olduğumda bir adım geri çekilirim ki diğerleri önde olduklarını sansınlar...” (Bu benim günlüğümden; naçizane...)

Bir sohbetimiz sırasında bir arkadaşıma konuyu açmadan da edemedim, (hiç yapmam, yalnız savaşırım, yani kendi kendimle...)

Arkadaşım hiç şaşırmadı, biraz ilgisiz gözüktü hatta.

-Kız, garson... Müşterilerle iyi geçinmek zorunda

-Hayır, bana karşı içtendi.

Aynı milletteniz, yani doğum itibariyle, yoksa arkadaşım bu ülkeye daha önceden gelip yerleşmiş. Hatta kafeyi de biliyordu. Bir zamanlar takılmıştı benim kafeme.

-Bilmen gereken bir şey var, dedi.

-Neymiş o?

-Söylesem daha iyi. Kasadaki çocuğa dikkat ettin mi?

-Evet ne olacak. Kızla ne ilgisi var?

-İlgisine sen karar ver. O, kızın sevgilisi...
-Demek... o yüzden diğer erkekler kıza hiç yanaşamıyorlar.

-Sanmam! Bence iş kızda bitiyor.

-Nasıl?

-İstediği kadar dekolte giyinsin, bunu sadece istediği erkek hoşlansın diye yapıyor, diğerlerinin önemi yok.

-Ve sevgilisi de buna izin veriyor. Ona ne kadar da güveniyor!

-İzin vermeme olasılığı yok, zaten buna gerek de yok. Bu ülkeye göre düşünmüyorsun...

-Bilemiyorum... Belki de haklısın... Belki de biraz geri kafalıyım ben...

-Böyle bir şeyi sevgilinin yapmasına asla izin vermeyeceğini düşündün değil mi?

-Evet ve bundan utandım. Ve sonra da utandığıma şaşırdım...

-Kültür şoku diyorlar buna... Herkesin başına gelir... Ama o kızı yargılamadan önce şunu unutma. Bizim ülkemizde de başı kapalılar, kolları bacakları birazcık bile açık olsa yanımızdaki kadınlara o gözle bakmıyorlar mı!

İki arada bir derede kaldım... En iyisi yorum yapmamaktı, şimdilik gözlemekle yetinmeye karar verdim... Şehrin insanlarını diyorum, kültür şokum için. Yoksa şeffaf giysili kız... Bir süre kafeye de uğramadım...

İlginç bir gelişme oldu sonra. Bir gün kenar mahalle sayılabilecek semtlerinden birinde dolaşırken şehrin, kızı başka bir erkekle ikinci sınıf bir motele girerken gördüm... O motelde kimlerin çalıştığını biliyordum... Şaşkın şaşkın bakakaldım, bakışlarımı saklamayı unuttum... Kız da tabii gördü beni, bir selam verdi kaçamak...

-İnanabiliyor musun bir de selam verdi bana... Neyse ki yanındaki adam fark etmedi...

-Ona ayıp etmemek istemiştir. Tabii selam vermemek de sana ayıp olurdu, ne de olsa müşterisisin...

-Nasıl müşterisi?

-Görülüyor ki o şeffaf giysileri istediğin zaman çıkarabilir ve bedenine dokunabilirsin...

-Ama sen dememiş miydin sevgilisi var diye!.. Yoksa sevgilisi değil de pezevengi miydi?

-Sevgilisiyse pezevengi olmaması gerekmiyor ki…

-Nasıl!? Adam sevgilisini başka erkeklere de mi pazarlıyor!?

-Belki kendini de pazarlıyordur...


Ertesi gün kafedeydim. Uykusuzdum. Ne düşüneceğimi bilememiştim. Girerken kasadaki çocuğa baktım. Selamlaşmışlığımız bile yoktu. Benden kaynaklanıyordu tabii. Ben ona bakınca o da gayet davetkar bir gülümsemeyle selam verdi. Müşterisiyim ne de olsa, diye geçirdim içimden. Müşterisiyim...

Şeffaf giysili kız her zamanki gibi kayıtsız kalınamayacak bir güzellikle ve kayıtsız bir suratla siparişimi aldı.

Sanki dün gece o adamla yakalanan o değildi!

Kızın diğer insanlara hizmet edişini izledim, bu sefer çekincesizce, kasadaki çocuğun kayıtsızlığından gerçekten emin olduktan sonra...

Sipariş dışında konuştuğu şu adamlarla, müşterilerle, akşam için anlaşıyorlardır belki. Neden olmasın... Masalarına bırakılan hesabı gidip kasaya ödeyen adamlar, kasadaki gençle belki de sadece kafenin müşterisi olarak konuşmuyorlardır...
Kıza bir işaret yaptım, geldi...

-Ne kadar?

-Hesaplayıp getireyim...

-Hayır onu sormuyorum... Ne kadar?








SİLUETLİ KADIN



Öğle güneşi arkadan spot ışığı gibi vurduğu için sadece silueti fark edilebilen, güneşin okşayan elleriyle her tarafında oynaştığı vücudunun o kadınsı hareketlerini yapmasa da zaten yeterince belli olan kıvrımları, kurak bir çölde sizi sokmak için dikilmiş bir yılanın kıvrımlarını andıran kadın kapıdan girdi ve kafenin gözüne kestirdiği güzel bir köşesindeki masaya doğru ilerledi. Mesleğe yeni başlamış olduğu suratındaki çocuksu ifadeyle beraber işgüzarlığından da hemen anlaşılan genç garson, müşterilerin bir hizmetkara ihtiyaçları olacakları zamanı önceden tahmin edip onları kendisini aramak zorunda bırakmamak için çevreyi büyük bir dikkatle gözleyerek masaların arasında dolanıyordu. Bu yüzden siluetli kadını diğerleri gibi bir müşteri sandı ilk anda, hemen fark edemedi hayallerinin kadını olduğunu...

Görevini yapmak üzere yanına gittiğinde gözleri üst üste atılmış bir çift uzun bacaktan ve hırkasının iliklenmemiş üst düğmelerinin kısmen özgür bıraktığı dolgun göğüslerden kaçabildi ama oturduğu yerde üstten bakan, karşısındakine kilitlenmiş o bir çift iri siyah gözbebeğine yakalandı.

- Bir kahve, sade. Şeker de istemiyorum...

Ayakta donmuş kalmış, emredileni duymamıştı sanki. Sıkıntılı sıkıntılı kafenin içlerinde gezinen siyah gözler tekrar ona çevrildiğinde bu sefer demin yarım bıraktığı işi tamamladı.

- Kurabiye gibi birşeyler de getiriver.

Ondan sonraki birkaç saat çok yavaş geçti. Kızgın güneşin altındaki öğle sonrasında yapacak fazla işi olmayan insanların bulutsu bir aylaklıkla takıldıkları yerdi kafe. Dergileri ya da yeni aldığınız birkaç kitabı karıştırmak, kahvenizi yudumlarken dalgın dalgın özenli döşenmiş kahvenin huzurlu havasını paylaştığınız az sayıdaki insanı izlemek ya da başınızı rahat koltukların arkasına dayayıp tavandaki pervanenin salınımlarıyla gözünüz açıkken bir hayal dünyasına dalmak... Antika duvar saatinin tempo tutan tik-takları olmasa zamanın akmasını yavaşlatıp durduğundan şüpheleneceğiniz bir ortam.

Kadına ısmarladıkları gelmiş, koltuğunda daha rahat oturması için gerekli yastıklar sağlanmış, günlük gazeteler ilgisine sunulmuş, fazla rahatsız edilmek istenmediği anlaşıldığından bütün bu hizmetler kibarlığa laf ettirmeyecek bir çabuklukla yerine getirilmiş ve hemen göz önünden kaybolunmuştu.

Genç garsonun bakışları büyük bir dikkatle müşterileri tararken doğal olarak kadına da rastlıyor, ama bu rastlantı bilinçli olarak uzatılıyor uzatılıyordu. Gençliğin verdiği idealistlikle dikkatini tüm müşterileri vermesi, kimseyi kayırmaması gerektiğine kendini inandırıp her defasında kadından ayırmak zorunda kaldığı bakışları daha büyük bir istekle tekrar kadına dönmek için yalvarıyordu. Arada müşterilere hizmet ederken, hareketlerinin seyirciyi görmezden gelemeyen toy bir tiyatro oyuncusunu hatırlattığını düşünüyor, bir sakarlık yapmaktan korkuyordu. Tatmin edilemeyen duygular ayyuka çıkınca düşünceler geriledi, hayallere yol açıldı daha da, gerçeği iyice geri plana iterek onlar da, daha bir inandırdılar genç adamı siluetli kadının hayallerinin -de değil- hayatının kadını olduğuna...

Hiç bitmeyecekmiş gibi geçen dakikalar sonunda her garsonun müşterisinden duymaya alışık olduğu laf genç garsonun canını acıttı.

- Garson, hesap lütfen...

Garsonluğundan hiç bu kadar rahatsız olmamıştı, kadının yanına ne bir dostu, jigolosu olarak oturabilir, ya da sohbet edebileceği, konuyu havadan sudan açabileceği herhangi bir insan gibi ona kendini tanıtabilir ne de onu kendisinden ayıracak hesaba itiraz edebilirdi.

Kadın seri bir hareketle hesabı ödeyip gittiğinde artık onun olmayan masasının üzerinde dağıtılmış gazeteler ve dergiler, kahvesi içilmiş fincan, üzerinde kurabiye kırıntıları bırakılmış tabak ve son moda bir güneş gözlüğü vardı.

Bu küçük ayrıntı, âşık ama aptal olmayan garsonun gözünden kaçmadı. Bir garson da müşteriyle konuşacak konular bulabilirdi yeri geldiğinde, geri geldiğinde. Masayı toplarken kimseye göstermeden önlüğünün cebine attı gözlüğü. Yazın ortalarındaydılar ve güneş daha bir hayli gözlüğe ihtiyaç duyulacak kadar parlamaya devam edecek, ozondaki yırtık en azından birkaç yaz daha onarılmayacaktı.

Sonbaharın ortalarına doğru, güneş çapkın bir mirasyedi gibi o taraflardan zevkini alıp başka toprakları, denizleri ve insanları ısıtmak üzere gitmeye yüz tuttuğunda göçmen kuşlar gibi değişik iklimlere, şehirlere gitmek isteği doldurdu genç garsonun içini. Hayatının kadını gelmemişti...


Bir sonraki yaz, garson kafenin yöneticisi olmuştu (artık genç değildi, hayatın acı yanlarıyla tanıştığı bir kış mevsimi boyunca kafesinden dolu hüzünlü insan, kafasından dolu hüzünlü düşünce geçmişti). Kasabanın genç kızlarından yolunu gözleyen birçok sevgili vardı ama onun bütün kış beklediği başkaydı.

Beklediği, o kafeye o yaz da gelecek. Yine başta tarif ettiğimiz gibi köşesine geçip oturacak. Ve yine geçen yılki gibi suratı somurtuk ve mutsuz gözükecek, başkalarını mutsuz etmek için can atacak. Yönetici bu kez daha üstten bakan bir edayla (eee... hayata alışmaya başladı artık) yanına kadar gidip onu şöyle bir süzdükten sonra (artık ne genç bir garson, ne bir jigolo, ne de herhangi birisi... şimdi yakışıklı bir yönetici) arka taraftaki yönetici odasının baş köşesinde bir yıl boyunca paha biçilmez bir sanat eseri gibi sergilenen gözlüğü kadının önüne bırakacak...

- Giderken bunu unutmuştunuz... geçen yıl...

Kadın geçen yılki garsonu hatırlamıştır. Ona çok da bakmamış olduğunu sanmıştık. Evet bakmamıştır ama görmemiş değildir. Bir yıl önce geldiği, eski aşkların, eski zenginliklerin ve anıların peşinde duygu yüküyle koşarken rastlayıp oturduğu bu kafenin garsonunu tanımıştır. (Ama siz yine de fazla hayal kurmayın.) Şöyle yanıtlayacaktır onu.

- Evet... Geçen yıl... Çoktan modası geçti bunun.








YALAMA



Vücudunun her yerini yalıyordum. Her gün, her sevişmede. Böylece o sevişmenin tüm izlerini silecektim. Orasına gelince... Orasını çok daha yoğun yalıyordum. Her sevişmede defalarca sokup çıkarıyordum ki eskisi bir kat daha eskisin, iyice geçmişte kalsın, en sonunda unutulsun.

Ne kadar çok inlerse, ne kadar çok zevk alırsa, o gece aldığı zevk o kadar çabuk unutulur gider, azalır gider gibi geliyordu. Azalır gider, azalır gider, azalır azalır gider...

Bu, ondan vazgeçmeyi başaramayacağımı anladığımda bulduğum yöntemdi.

Onda işe yaradı. O geceyi unutması çok sürmedi. (Ne kadar anımsıyordu ki, sarhoş olduğunu söylemişti.) Fakat ben yine de devam ettim uzun bir süre. O giderek daha az anımsarken benim hiç unutamayışımın altında bu yoğun çabalarım yatıyor, diye düşünüyorum şimdi. Unutmak için bu kadar çabalamamdı unutmamı zorlaştıran. İzlerini silmeye çalışırkenki her hareketim izleri çıkmamacasına zemine yaydı, öyle ki başka birisiyle seviştiğini düşünmeden sevişemiyordum kadınımla... (Kadınım?) Dilimi her kullanışımda, evet, teninden alıyordum izleri, kaldırıyordum o kirli zarı, başka öpüşlerle dokunuşlarla oluşmuş (parmaklarla, tırnaklarla, kıllarla, kaslarla...), ama dilime geçiriyordum, tükürüp atamıyordum, tamamen yok edemiyordum, yalamaya devam ettikçe dilimden tekrar derisine akıtıyordum... Dilim kopsaydı da söylemeseydim, ikimizin de başka sevgilileri olsun, demeseydim...

Bu kadar çabadan sonra geri dönüş olamazdı ama. Yapılacak tek şey kaldığını o zaman anladım. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım yapmam gereken şeyi yapmaktan uzaklaşamamıştım. Bir adım bile uzaklaşamamıştım.

Gerçekten de bazı lekeleri ancak kan temizliyordu.

O zamanlar düşündüğüm buydu. Sonradan anladım ki kanın temizlemek gibi bir becerisi olamazdı. Kan, lekeden daha lekeciydi, sadece görünmez kılıyordu, üzerini kapatıyordu, örtbas ediyordu. Altta ise leke tüm çıplaklığıyla görülmeyi bekleyip duruyordu.

Ancak lekelenmezse temizdi. Ama bir kez lekelenirse... Artık lekelendiyse...







HOYRAT




Önemli olan sağ elinin vücudumun her tarafında saygısızca dolaşması değil. (Hoyrat, neredeyse incitici sağ elinin bir tecavüzcünün dokunuşlarından çok farklı olduğunu düşünmek istiyorum. Şu an bana tecavüz mü ediliyor? diye sormak istemiyorum. Tecavüz sonrası şikayet etmeyenler, şu an hissettiğim gibi mi hissetmişlerdi? Hele bunu hiç sormak istemiyorum.)

Önemli olan, erkekliğinin içimde neredeyse karnıma kadar gidip gelmesi ve her uğrayışında onu yeni bir göbek deliği açacakmış gibi kullanması değil. (Bu vuruşların etkisini, tıpkısını o içimden çıktıktan sonra da hissettim, sanki hiç çıkmamış, hâlâ içimde gidip geliyormuş -vuruyormuş, tokatlıyormuş, deliyormuş- gibi...)

Ama bunlar önemli değil...

Önemli olan sol eli... Duvara yaslı başımın, her gidiş gelişte çarpmasına engel olacak şekilde konulmuş sol eli...

Aklımı başımdan alan vuruşlar ve tam beynimin olduğu yeri koruyan sol eli... Her vuruşta giderek azan tecavüzkâr hareketlere tezat: Sol elin koruyucu ve kollayıcı tavırları... Bedenden ayrı bir organmış gibi...
Sağ eliyle erkeklik organı... Ve o sol eli... Ama o sol eli...